Böğrüdelik köyünün tarihi ve kültürü

1945-46 yıllarında kendi gözümle görüp hatırladıklarımı yazıyorum.

Köy kurulalı 35 yıl olmuş. Kıtlıklar, hastalıklar, savaşlar olmuş, köy dimdik ayakta kalmış. Üstelik harıl harıl çalışan benim bildiğim 3 yerde demirci dükkanı, 2 marangoz, nalbantlar, 3 yerde bakkal dükkanı, kilim dokuyan ve dokumacı vardı. Bakkalın biri kumaşta satardı. Kocaları şehit olan kadınların, hemen hemen hepsinde dikiş makinası vardı ve onlar terzi idiler. Hastalananları iğneleyen yahudda doktora gitmesini söyleyen sihhiye vardı. Köy şehir merkezi gibiydi. Komşu kürt köylerinden köye gelenler olurdu. Harmansonu ya da düğün yapacak olanlar birçok dikiş getirirlerdi.

Komşu köyler Kadıoğlu, Kelhasan, Kusça, Sülüklü, Kandilli, Hatırlı, Haraba idiler ve daha isimlerini hatırlayamadığım başka köyler de vardı. Kuyuluzebir ve Çeşmelizebir´den daha çok mahkeme günleri gelirlerdi. Köyde Nürke Molla diye bir hoca vardı, ona gelirlerdi. Zebirliler kürt değildi, öbür köyler hepsi kürttü. Bu kürtler çok pahalı kumaşlardan üçetek diktirirlerdi. Biz tatarca onlara dilme derdik. Yanları oymalı olurdu, kenarlarına kaytan derlerdi ve sutaşi gibi süs diktirirlerdi. Kadifeden de astarlı çepken diktirirlerdi. Pasmadan şalvar, pasma kumaştan bluz gibi gömlek, beyaz patiskadan ya da kaput bezinden siyah iplikle çiçekler yapıp yaka diktirirlerdi. O kadar şey bir kadının bir kerede giydiği giyimdi. Bir de önüne peştamal bağlardı, bu da pasmadan püskülü geniş önlük olurdu. Nenem pek konuşkan değildi ama usta terzi idi. Başka kadınlar işi alır nenemi çağırırlardı. Parça baçı hakkını öderlerdi. Nenem en çok Sülbani teyzelere ya da Merziye teyzelere giderdi.

O kürtler dikiş getirdikleri zaman demirciye gider, arabalarına sin çektirirlerdi, atlarını nalbanta götürürlerdi. Onlar arabalarını kime en çok iş getirdi iseler onun avlusuna durdururlardı. Onlar bizimkileri bizimkiler onları tanıyorlardı. Bizimkiler onlardan soruyorlardı ”nereye geldin, kimdesin?” diye. Onlar tatarcayı bilmiyor, bizimkiler kürtceyi bilmiyor, arada türkçe konuşuyorlar, öyle anlasıyorlardı. Kürt terziye geldim demek istiyordu ve ”terzinin üstündeyim” diyordu. ”Hangi terzidesin?” deseler, ”Zülfi´nin üstündeyim” ya da Merziye, Meryem… Laf biraz biçimsiz anlaşılsa da, onların konuşmaları öyle idi. O demirci dükkanları öyle çok calışırdı ki ”cın cın” sesleriyle köye canlılık veriyordu.

Sülüklü, Hatırlı, Kandilli köylerinden kürt erkekler arabalarıyla gelip köyümüzdeki bazı terzi kadınları makinaları ile alıp giderlerdi. O kadınlar yanlarına eş olarak en küçük çocuklarını ya da torunlarını alırlardı. O köylerde günlerce dikiş dikerlerdi. O köyün bütün dikişlerini bitirince geri arabayla getirilirlerdi. Dikiş diktirenler terzilere paranın yanında yağ, peynir, bulgur, buğday, yün gibi şeyler de verirlerdi. Köyün o zamanki kültürü öyle idi. O dul kadınlar öyle çalışıyorlardı. Köyde 4-5 ağa vardı. Onların çok koyun sürüleri olurdu. Az koyunu olanlar da koyunlarını ağaların sürüsüne katardı. Bütün köydeki koyun sürüsünün çobanları kürtlerden olurdu.

O zamanki insanlarda Osmanlı ahlakı vardı. O dul kadınları o kürt erkekler dikiş diktirmek için alıp gidiyorlardı, bir problem çıkmıyordu. O adamlar kadınları koruyorlardı, onlara güveniliyordu. Annelerinin yanında giden çocuklar şimdi ihtiyarlamışlardır, torunlarına anlatmıyolar mı. Hiç köyde dedikodu olmuyordu. Kürtlerin kendi köyünde de bir problem olmuyor du. Sanki otobüsle gidip gelmiş gibi hayatın bir parçası idi. Kocaları şehit olmus, onlar şehit karıları idi. Çocuk yetiştiriyorlar dı, kimseye muhtac olmadan yaşamaya çalışıyorlardı. Sonradan şehit ailelere devlet para ödeyecek olmuş, bizim neneler onuda, kabul etmemişler. Kocaları Allah için savaşmışlar, Allah için şehit olmuşlar, Allah için onlar da karşılık almamışlar. O savaşta kocaları cephede savaşırken, kadınlar da köyde ekmek pişirmişler. Yeni kurulan köyde birkaç yerde fırın varmış, bir kaç tane de hamur teknesi. Bir kerede 15 -20 ekmeklik hamur yoğruluyormuş, tekneler yetişmiyormuş, atların yem yediği oluklarda hamur yoğurmuşlar. Devletten un geliyormuş fakat yakacak yokmuş, samanı yakmaya kıyamıyorlarmış, çünkü atlara lazımmış. Atların gübresini, ineklerin ve koyunların dışkılarını kurutup yakmışlar ekmek pişirmek için. Pişirdikleri ekmekten bir tanesini bile bölüşüpte yemezlermiş, askerin hakkı diye. Hamuru yoğururken ayetül kürsü ve ihlas surelerini okurlarmış, savaşta yiyenlere güç olsun diye. Bunları bana nenem Afife anlatırdı.

Nenemlerin göç etmelerinin sebebi aralarında korunması gereken seyitlerin olması imiş. Diğer sebep te ilerde savaş cıktığı zaman müslümanlara, Osmanlı´ya karşı savaşa katılmak zorunda kalmamak içinmiş. Osmanlı´nın yanında savaşalım diye oraya gelip yerleşince hemen savaşa katılıyorlar. Onlar, Medine´de Bedir, Uhud, Hendek savaşlarına katılamamışlar, onlar için o savaşlardı, o duygularla bütün güçlerini canlarını koyarak Allah için savaşıyorlardı. Çok sonraları gazi olanlara da devlet maaş ödeyecek olmuş, bizim gaziler onu da almamışlar. Köyümüze yerleşen kürtler arasında o maaştan alanlar var diye duyardım.

Genç kızlar, gelinler, evin içindeki işlerini yaparlarmış, hamur yoğurmak, yemek pişirmek, temizlik yapmak gibi… Dışardaki yakacak toplamak, onları kurutmak, fırını kızdırmak, pişen ekmekleri göndermek gibi işleri ihtiyar kadınlar yaparmış. Kızları yabancılardan korurlarmış. Kızlar göğüsleri belli olmasın diye elbiselerinin içine kaput bezinden askılı yelek ya da çok dar önü çok düğmeli yelek giyerlerdi. Başlarına başörtüsü örterlerdi kız mı kadın mı belli olmasın diye, yabancı erkeklerin ilgisini çekmesin diye. Köylüler zaten birbirlerini tanıyorlardı. Ben de o yeleği giydim, sonra bizim zamanımızda o yelek bitti.

Harman sonu yaklaşırken köyün kenarında kocaman yuvarlak kuyu kazarlardı. Zenginler, ortahalliler bu kuyulara buğday, arpa ya da çavdar koyarlardı. Kuyunun dibine saman koyarlar, ortaya buğday, kenarına yine saman koyarlar, kaç çuval buğdayı boşaltırlardı. Kuyunun derinliği insan boyundan daha çok derin olurdu. Kuyu dolunca üstüne bolca saman koyarlar, onun üstüne toprak yığarlar, biraz tepeli yani tümsek yaparlardı. Su toplanmasın diye öyle bırakırlardı. Herkes kendi kuyusunu tanıyordu. Biz tatarca kuyuya kutuk diyoruz. Kış ortasında ya da bahara yakın kuyu açılıp kuyunun içindekiler alınıyor. Fakirlerin de unu ya da hayvan yemi bitmişse falanca kutuk açmış diye gidip ihtiyacı kadar istiyor ve alıyorlardı. Kutuğu açan birinin ihtiyacı varsa gelip alsın diye haber gönderiyordu. O kuyular köyün çok kenarında idi. Gece birisi onları açıp çaladabilirdi, fakat hiç kimseç calmıyordu, orası köylünün anbarı yani deposu idi. O kuyuların olduğu yere kutuklav diyoruz yani kuyuluk. İçini boşaltınca o öyle çukur kalıyor, kendiliğinden kenarları yıkılıyor çok derin olmuyor. Yazın çocuklara saklambaç oynamaya iyi oluyordu. Ben hindi çobanlığı yapardım, bazı hindi yavruları onların içine düşerdi. Kaybolsalar en önce oraları arardım. Ikinci yıl gene herkes kuyusunun içini derinleştirip yeniden koyuyorlardı. Bu kuyulama sonradan bitti, hangi yıllarda bitti hatırlamıyorum.

Gönderen tatar on 2 Ağustos 2009 Pazar
categories: edit post

1 Responses to eskiden böğrüdelik

  1. gönderen kişinin adı soyadı yazılırsa bu hatıra bilimsel bir özellik kazanır. lütfen bunu yapın

     

Yorum Gönder